26 Nisan 2010 Pazartesi

Ermeni Zohrab Efendi Kimdir ?



2. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta sonra 31 Temmuz 1908’de Taksim Belediye Bahçesi’nde İslam ve Osmanlı şehitleri anısına büyük bir miting düzenlenmişti. Burada tarihi bir konuşma yapan Meclis-i Mebusan üyesi Ermeni Krikor Zohrab, “O yarını siz ey Osmanlı şehitleri bize gösterdiniz. Sizin kabirlerinizin üzerine diz çöküp dua etmek bize vacip idi... Kabirleriniz kalbimizin, vicdanımızın içindedir” demişti. Bu ünlü sözlerin sahibi Zohrab Efendi, 20 Temmuz 1915’de Ermeni tehciri sırasında bir cinayete kurban gitti.

22 Nisan 2010 Perşembe

23 Nisan :)

20 Nisan 2010 Salı

Ceylan'ın filmini yaptılar!


Ceylan kısacık bir filmde kendini hatırlatıyor. “Havan mermisi parçaladı ve her bir parçam vicdanlarınıza sıçradı” diyor..


Ceylan Önkol için tufan koptu

Arazilerde asker malzemeleri bulunuyorsa, döşenen mayınlar ortalık yerlerde kalıyorsa ve bu yapılanların hiç birinden sorumlu olmayan çocuklar ölüyorsa ve bunların hiçbiri için ses çıkmıyorsa karşı durulmuyorsa, hayat tufandır. Bir annenin Nuh Tufan’ını anlatması ile başlar tüm hikâye:

Adı: Ceylan... Soyadı: Önkol… Yaşı:14…  Annesinden son isteği: Makarna yap anne!

Bunlardan sonra mı? Tufan koptu Ceylan için... Nasıl, neden, niçin, kim tarafından oldu bilinmez ama bir havan mermisi koyun otlatmaya giderken Ceylan’a denk geldi. Ceylan’ı parçalara ayrıldı. Paramparça olan Ceylan’ın tüm parçalarını eteğine topladı anne.

Kızının parçalarını toplayarak bir araya getirmeye çalışan, kızını kimden soracağını bilemeyen bir annenin ruh halini kavramak imkânsız. Biraz anneyi anlamak, biraz Ceylan’a ne olduğunu sormak, en çok da tüm savaş çocukları için Ceylan Önkol’un hayatı film oldu.

Tufandan önce ve sonra  

Türkiye’de en küçük çözüm önerilerinin bile fırtınalar kopardığını; ancak her şeyin arasında çocukların mağdur edildiği gerçeği ret edilemez. Ceylan Önkol hesabı sorulamayan çocuklardan biri..


Ceylan’ın ölümünden sonra yönetmen Ferit Karahan  “Beriya Tofanê” (Tufandan Önce) adlı bir kısa film çekti. 2 aylık bir çalışma ile çekilen film için Ceylanın ailesi ile görüşülmeden, tamamen kurmaca bir film olarak çekilmiş. Film 16 dakika, çoğu Kürtçe, Türkçe altyazılı.

Senaryosunu Harun Özmen ve Ferit Karahan’ın yazdığı ve Batman’da çekilen film, Ceylan Önkol şahsında bölge çocuklarının yaşadığı devlet, aile ve mevcut koşullar üçgenindeki ikilemini anlatıyor.

Filmde, Ömer Şahin, Taies Ferzan, Ayhen Eren ve Zilan Alkan rol alıyor. Gösterimi yapılan film Cannes’e kısa film yarışmasına gönderilmiş. Daha birçok ulusal ve uluslarası yarışmaya gönderilmesi planlanıyormuş.

Sanatını vicdanı ile ortaya koymaya çalışanlara hürmet ediyoruz biz de…

 

15 Nisan 2010 Perşembe

Sinan Çetin'in "Kağıt" filmi

Sinan Çetin'in bu filminde 'yasaklar' konu edilmiş. Çok güzel ve çok etkili bir konusu var.
Kendi diliyle "saçma sapan yasaklar koyanların hiç yargılanmamasını eleştirdim" diyerek filminin konusunu belirtti.
Zeytin yemenin yasak olmasıyla, insanların başına ne takacağı, nasıl giyineceğine yasaklar getirmek arasında fark yok. Fragmanda gösteriliyor. Yani yasalar zeytin yemeyi yasaklayacağı zaman ne kadar saçmalarsa, insanların kılık kıyafetine karışmasıyla da o kadar saçmalıyor. Fragmanda şöyle bir cümle de geçiyor; "yasalar her zaman doğruyu yapmaz." 



Devleti yasakları sorgulayan Sinan Çetin-KaÄ�ıt filmi
Uploaded by samanyoluhaber. - News videos hot off the press.

Özgürlük Heykeli`ni Osmanlı yaptırdı



Tüm dünyanın Amerika`ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük Anıtı aslında Osmanlı`nın...

Tüm dünyanın Amerika`ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük Anıtı`nın aslında Osmanlı`nın parasıyla ve emriyle yapıldığını biliyor muydunuz?
Özgürlük Heykeli, ABD`nin New York şehrinde, Liberty(Özgürlük) adası üzerinde, inşa edildiği 1886 yılından bu yana Amerika`nın simgesi olan anıtsal heykel ve gözlem kulesi. Dünyanın en tanınan abidelerinden biridir. Bakırdan yapılan Özgürlük Tanrıçası heykeli, Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı nedeniyle ABD`ye (10 yıl gecikmeli olarak) hediye edilmiştir,1884-1886 yılları arasında inşa edilen heykelin yaratıcısı Frederic Bartholdi`dir. Çelik iskeleti Gustave Eiffel, kaideyi Richard Morris Hunt yapmıştır. ABD`nin New York şehrindeki Özgürlük Adası`nda yer alır. Heykel, sağ elinde bir meşale, sol elinde ise bir tablet tutar. Tabletin üstünde 4 Temmuz 1776 tarihi (Bağımsızlık Bildirgesi`nin tarihi) yazılıdır. Heykelin başındaki taç`ın 7 sivri ucu 7 kıtayı veya 7 denizi simgeler. Heykelin yüksekliği 46 m, kaidesi ile beraber 93 m`dir. Ziyaretciler heykelin içinden meşaleye kadar 168 basamaklı bir merdivenden çıkabilirler. Heykelin meşale tutan sağ elinin yüksekliği 13 metredir. Meşalenin etrafındaki dehlizde 15 kişi birarada dolaşabilir. Heykelin başının genişliği 2 metre, yüksekliği ise tacı ile birlikte 5 metredir. Özgürlük Heykeli, ziyaretçilere açıktır. Ziyaret etmek isteyenler adaya bir feribotla ulaşırlar, merdivenleri tırmanarak meşaleye çıkabilir ve New York limanını seyredebilirler. Heykele Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer`in dul eşi Isabelle Eugenie Boyer modellik etmiştir. Özgürlük Heykeli 1884 yılında Fransa`da tamamlandıktan 1 yıl sonra 350 parçaya bölünüp 214 sandık içinde New York limanına ulaştırılmıştır. Parçalar, 4 ay içinde kaidenin üzerinde yeniden birleştirilmiş ve 28 Ekim 1886 tarihinde binlerce izleyicinin önünde açılışı gerçekleşmiştir. Özgürlük Heykeli, 1984`ten beri UNESCO`nun Dünya Kültür Mirası Listesi`nde yer almaktadır. Heykelin daha küçük boyutlarda bir kopyası Paris`tedir ve Atlas Okyanusu`na doğru bakar. Dünyanın başka çeşitli yerlerinde de (Osaka, Priştine, Pekin, Nevada, Güney Dakota, Bordeaux gibi) küçük kopyaları bulunmaktadır.

Özgürlük Anıtı`nın parasını Sultan Abdülaziz vermişti

Tüm dünyanın Amerika`ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük Anıtı`nın aslında Osmanlı`nın parasıyla ve emriyle yapıldığını biliyor muydunuz? Mısır`ın Port Said Limanı`na dikilmek üzere Fransız Heykeltraş Bartholdi`ye sipariş edilen anıtın bedeli Sultan Abdülaziz Han tarafından peşin ödenmişti. Hem de `elinde doğudan yükselen ışığı simgeleyen meşale ve Osmanlı Sultanı`nı simgeleyen yedi sivri uçlu tacı olsun" denilerek...
30 Kasım 1854. Sultan Abdülmecid dönemi. Mısır, Osmanlının bir eyaleti. İçişlerinde bağımsız, dışişlerinde Osmanlı sultanına bağlı. Mısır Valisi Said Paşa, dünyanın en büyük kanallarından biri olan Kızıldeniz ve Akdeniz`i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı projesini hazırlatıp onaylaması için Sultan Abdülmecid`e sunuyor. Said Paşa, tasdik gecikince projenin gerçekleşmesi için gerekli şirketin kurulmasını emrediyor. Projeyi onaylamadan vefat eden Abdülmecid Han`ın yerine geçen Sultan Abdülaziz ise denizciliğe önem verdiği için zaten başlamış olan proje için gerekli onayı ve parayı hemen veriyor. İşte o proje içinde bir de heykel bulunuyor. Doğunun, medeniyet ışığından batıyı da faydalandırdığını anlatmak üzere, elindeki meşaleyle yüzünü batıya dönecek bir heykel. O heykel yapılıyor ama konulduğu yer Mısır olmuyor. Evet tahmin ettiğiniz gibi ama önce hikayenin başına dönelim.

KANALA İNGİLİZ ENGELİ
Said Paşa`nın hazırladığı Süveş Kanalı Projesi`nin arkasında Fransa, önünde de -bir engel olarak- İngiltere duruyordu. Zira Akdeniz ve Hindistan`daki İngiliz hâkimiyetini sona erdirebilecek bu kanal, Osmanlının malî gücünün yanında denizlerdeki gücünün de artmasına sebep olacaktı. Bu yüzden İngiltere, Sultan Abdülmecid Han`ı, projeyi reddetmesi için sürekli baskı altında tutuyordu. Said Paşa, bu sebeple Sultan Abdülmecid`in tasdikini beklemedi. 30 Kasım`da Fransız mühendise gereken izni verdi. Fransız sermayesiyle kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere, Osmanlıya baskılarını daha da artırdı. Sultan Abdülmecid ise Said Paşa`nın projesini yıllarca bekletti. Sultan, projenin kendisinne gelişinden yedi sene sonunda Ihlamur Kasrı`nda veremden vefat ettiğinde proje hala onay bekliyordu. Ancak onaylanmasa da ağır aksak ilerlemeye devam ediyordu. İki sene sonra Said Paşa da anîden vefat etti. Yerine geçen İsmail Paşa ise İngiliz taraftarıydı. Fakat bu kanalın Mısır için hayatî önemini fark etmekte gecikmedi ve işe dört elle sarıldı.

Sultan Abdülmecid`in vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülaziz Han`a da İngiliz baskıları devam etti. Ama İngilizlerin unuttuğu bir şey vardı ve Abdülaziz Han donanma ve denizciliğe çok önem veriyordu. Sultan, 19 Mart 1866`da yayınladığı fermanla kanala izin vererek projeyi tasdik etti. Bununla da kalmayıp, Mısır`ın kanal için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına alarak, kanal şirketi hisselerine de bizzat kendisi oldukça yüklü paralar yatırdı. Said Paşa ile kanalın mühendisi Ferdinand de Lesseps arasında 1854`te yapılan anlaşma maddelerinde, bir de heykel projesi vardı. Süveyş Kanalı`nın Akdeniz`e açılan sahillerinde bulunan Port Said şehri limanına dikilecek olan dev bir kadın heykeli. Bu heykel, hem Osmanlıyı hem Mısırı temsil edecekti. Bu yüzden Mısır`ı temsîlen firavunlar dönemi kıyafetlerini giymiş kadın heykelinin başında, 7 iklimin padişahı olan Osmanlı Sultanını temsîlen 7 kıta ve 7 denizi simgeleyen 7 sivri uçlu bir taç olacaktı. Elinde de bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz Han, heykelin yüzünün batıya dönük olmasını istedi. Zira elindeki ışığı doğudan batıya götürdüğünü, ışığın, medeniyetin, uygarlığın, doğudan yükselip batıyı aydınlattığını simgelemesini istiyordu padişah. Heykelin parası da bizzat Sultan Aziz Han tarafından ödendi. Sipariş, Fransa`nın meşhur heykeltıraşlarından Frederic Auguste Bartholdi`ye verildi. Frederic Bartholdi, Fransa`daki atölyesinde çalışmalara başladı. Heykelin bakır ve çelikten oluşan iskeletini ve mühendislikle alâkalı kısımlarını, Paris`teki kendi adıyla anılan kuleyi yapan Gustave Eiffel ile birlikte tamamladı. Heykele Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer`in dul eşi Isabelle Eugenie Boyer modellik yaptı.

HEYKEL DEPODA KALDI
Said Paşa`nın ölümünden sonra yerine vali olan İsmail Paşa, bu heykelin Müslüman Mısır halkı arasında hoşnutsuzluğa sebebiyet vereceğini söyleyerek mühendis Ferdinand de Lesseps`e, heykelin Mısır`a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendisin, İsmail Paşa`yı ikna çalışmaları fayda vermedi. Nihâyet Kasım 1854`te yapımına başlanılan Süveyş Kanalı`nın Kasım 1869`da açılışı yapıldı. Dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insanın katılımıyla oldukça görkemli fakat heykelsiz bir açılış oldu. Çünkü heykel Fransa`da kaldı. Bartholdi`nin bu muhteşem eseri, Fransa`daki bir depoda yapayalnız, akıbetini beklemeye başladı.
Asyanın ışığı" anıtıO yıllar, Amerika ile Fransa`nın dostluk yıllarıydı. Karşılıklı hediyeleşmeler sırasında Paris`te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun başkanı Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye`den, Fransız hükümetine bir teklif geldi: Amerika`ya devasa bir heykel hediye edilsin! İkna edilen Fransız hükümeti, bu heykel için Frederic Bartholdi`yi görevlendirdi. Bartholdi`nin eseri zaten hazırdı. Fransa Hükümetinin istediği heykel, elindeki meşaleye kadar Mısır için hazırlanan heykele benzerlik arzediyordu. Fransa hükümetinden gelen talimata göre heykel, sol elinde "hukuku temsîlen bir kitap" tutacak, sağ elinde de, "Dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü bir meşale" olacaktı. Yani neredeyse Fransa tarafından istenen heykel, Abdülaziz Han için hazırlanan heykelin aynısıydı. Sadece küçük bir iki değişikliğe ihtiyaç vardı. Bartholdi, heykelin yüzünü tamamen değiştirdi ve annesi Charlotte`nin yüzünü işledi. Özgürlük Heykeli, Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle Amerika`ya 10 yıl gecikmeyle hediye edildi. Heykeltraş, heykeli 350 parçaya bölerek, İsere adındaki bir Fransız gemisiyle Amerika`ya taşıdı. Newyork limanındaki adalardan birine, daha önce görmeye geldiği Özgürlük Adası`na, kaidesini Richard Morris Hunt`un hazırladığı yere, 4 ay içinde monte etti. Ve 28 Ekim 1886 da açılışını bizzat kendisi yaptı. Heykelin sol elindeki kitap üzerinde Bağımsızlık Bildirgesi`nin ve Amerika`nın kuruluşunun tarihi 4 Temmuz 1776 yazıyor. Heykel 1886 dan beri de Amerika`nın Newyork adalarından birinde bulunuyor. Ve yüzü Sultan Abdülaziz Han`ın isteğinin tam aksine doğuya bakıyor. Lâkin güneş ışığı hâlâ doğudan yükseliyor ve her sabah Özgürlük Heykeli`nin yüzünde parlıyor

13 Nisan 2010 Salı

Ygs Puan Sistemi Nasıl Hesaplanır ?

2009-ÖSS puanları, 2010-YGS’de neye karşılık geliyor?


2009 yılında uygulamaya başlatılan tek basamaklı üniversite sınavının, bu yıl YGS (Yükseköğrenime Geçiş Sınavı) ve LYS (Lisans Yerleştirme Sınavı) olmak üzere iki oturumda yapılması kararlaştırıldı.
Pazar günü gerçekleştirilen, 1 milyon 512 bin 450 adayın katıldığı YGS'de (her biri 40'ar soruluk olan 4 test) 160 soru soruldu. Yeni sınav sistemiyle beraber puanlamada da bir takım değişikliklere gidildi. 
Yeni katsayı düzenlemesine göre; -Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ile Lisans Yerleştirme Sınavı'ndaki (LYS) ağırlıklı puanların her biri, kendi içinde 100–500 arasındaki puanlara dönüştürülecek

-Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı (AOBP) en büyüğü 500, en küçüğü 100 olacak şekilde hesaplanacak
-Yerleştirme puanları hesaplanırken AOBP 0.15 katsayısı ile çarpılacak
-Adaylardan öğretmen lisesi veya meslek lisesi mezunu olanlar kendi alanlarındaki programları tercih etmeleri halinde AOBP'leri 0.05 ek katsayısı ile çarpılacak ve bulunan değer, 0.15 katsayısı ile hesaplanan puana eklenecek
- Üniversitede bir bölüm kazanıpta gitmeyen (Açıköğretimin kontenjansız bölümleri hariç) öğrenciler o sene tekrar sınava girdiklerinde AOBP'leri 0.15 katsayısı yarı yarıya düşürülerek 0.075 ile çarpılacak.
-Meslek lisesi mezunu adayların ek puanla girebildikleri kendi alanlarındaki her program için bir LYS puan türünün yanı sıra bir de YGS puan türü belirlenecek. Meslek lisesi mezunu olup olmadığına bakılmaksızın, adayların bu programlara yerleştirilmesinde her iki türden puanlarının büyük olanı esas alınacak.
YGS, açıköğretim programı ile 2 yıllık önlisans programlarının yerleştirilmesinde kullanılacak. Ayrıca meslek liselerinin ek puanla girebildikleri lisans bölümleri de YGS ile öğrenci alacak.
LYS ise lisans programlarının yerleştirilmesinde kullanılacak.
Adayları meraklandıran diğer bir konu ise 2009 yılının ÖSS puanlarının 2010 YGS karşılıklarının nasıl olacağı... 

İŞTE ESKİ VE YENİ SİSTEME GÖRE PUAN KARŞILIKLARI
Eski Sistem     -     Yeni Sistem165,000     -     180,000
166,688     -     184,000
168,375     -     188,000
170,063     -     192,000
171,750     -     196,000
173,438     -     200,000
175,125     -     204,000
176,813     -     208,000
178,500     -     212,000
180,188     -     216,000
181,875     -     220,000
183,563     -     224,000
185,250     -     228,000
186,938     -     232,000
188,625     -     236,000
190,313     -     240,000
192,000     -     244,000
193,688     -     248,000
195,375     -     252,000
197,063     -     256,000
198,750     -     260,000
200,438     -     264,000
202,125     -     268,000
203,813     -     272,000
205,500     -     276,000
207,188     -     280,000
208,875     -     284,000
210,563     -     288,000
212,250     -     292,000
213,938     -     296,000
215,625     -     300,000
217,313     -     304,000
219,000     -     308,000
220,688     -     312,000
222,375     -     316,000
224,063     -     320,000
225,750     -     324,000
227,438     -     328,000
229,125     -     332,000
230,813     -     336,000
232,500     -     340,000
234,188     -     344,000
235,875     -     348,000
237,563     -     352,000
239,250     -     356,000
240,938     -     360,000
242,625     -     364,000
244,313     -     368,000
246,000     -     372,000
247,688     -     376,000
249,375     -     380,000
251,063     -     384,000
252,750     -     388,000
254,438     -     392,000
256,125     -     396,000
257,813     -     400,000
259,500     -     404,000
261,188     -     408,000
262,875     -     412,000
264,563     -     416,000
266,250     -     420,000
267,938     -     424,000
269,625     -     428,000
271,313     -     432,000
273,000     -     436,000
274,688     -     440,000
276,375     -     444,000
278,063     -     448,000
279,750     -     452,000
281,438     -     456,000
283,125     -     460,000
284,813     -     464,000
286,500     -     468,000
288,188     -     472,000
289,875     -     476,000
291,563     -     480,000
293,250     -     484,000
294,938     -     488,000
296,625     -     492,000
298,313     -     496,000
300,000     -     500,000

12 Nisan 2010 Pazartesi

Provakatörler Karadeniz insanı üzerinde oyunlarını sürdürüyor !!


Türk-Kürt kardeşliği için ahkam kesmesini çok iyi biliyoruz da iş icraata gelince nedense başaramıyoruz, insanların demokratik özgür düşüncelerini sindiremiyoruz hala, buda gösteriyor ki ülkemizde hala özgür düşünceye saygı yok.
Samsun'da Ahmet Türk'e yapılanları kınıyorum.. Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti, Ahmet Türk'e yumruklu saldırı vb. olayların Karadeniz'le ilişiğinin olması ilginç değil mi ? Provakatörler boş durmuyor Karadeniz insanının damarından girmeyi çok iyi biliyorlar..Değerli bir sanatçımızın(!) dediği gibi; fatihalar, yasinler bitmez Karadeniz'de.. 
Karadeniz insanı uyan üstünde çok büyük oyunlar oynanıyor..
Neyse ki olaydan sorumlu olanlar yakalandı ama ceza alırmı orası meçhul, zaafı bulunan polis memurları da görevden alındı ama bu yeter mi bence yetmez. Şimdi o yumruk atan şahıs bazı kesimlerce kahraman ilan edilecek malesef.. Tıpkı Ogün Samast'ın kahraman ilan edildiği gibi.. Peki elimize ne geçti bu olaylardan sonra ? enine boyuna sonuçlarını düşünmeden kahramanlık taslamanın ülkemizin barışı adına acı sonuçlar doğuracağını unutmamak gerekir.

Peki, siz hiç darbe gördünüz mü?

 EKREM DUMANLI



Geçenlerde (pek çok meslektaşım gibi ben de) bir mesaj aldım. 'Siz hiç tutuklandınız mı?' diye soruyordu mesajı gönderen.
Sonra da duygu dolu cümlelerle babasını savunuyordu. Yazı stajyer unvanıyla zikredilen bir avukata aitti. Avukat hanım, 'AKP ve Gülen'i bitirme planı' diye anılan belgede ıslak imzası tespit edilen Albay Dursun Çiçek'in kızıymış. Bilemiyorum, belki de sahte bir mektuptu ama okurken içim burkulmadı dersem yalan olur. Bir baba, o babaya sevgi duyan avukat bir kız. Tabii ki yaşadıklarına 'Oh olsun' demek mümkün değil. Zaten ne albay kişiyi tanıyorum ne de çocuğunu. Ordumuzda görev yapan herhangi bir subay hakkında özel bir husumet duymak da zaten mümkün değil.
DEĞER MİYDİ , O ŞEREFLİ ÜNİFORMA HATIRINA BU YAŞANANLAR?
Hatta daha ötesini söyleyeyim: Başta Dursun Çiçek olmak üzere hangi askerî yetkiliyi savcılığa ifade vermeye getirilirken görsem hep şöyle bir duyguya kapılıyor ve gerçekten üzülüyorum: "Değer miydi! Üzerinizde taşıdığınız şerefli üniformanın size kazandırdığı o mukaddes vazife varken cuntacılık gibi, darbecilik gibi insanlık suçuna bulaştınız?" Bu milletin kahir ekseriyetinin de böyle düşündüğüne inanıyorum. Vatandaşın vicdanından yükselen ses bu: 'Keşke askerimiz artık siyasete karışmasa!' Haksız da sayılmazlar. Tabii ki bugün yargılananların suçlu olup olmadıklarını mahkeme sonuçlanınca (tabii bazı kural dışı müdahaleler olmazsa) öğreneceğiz; ancak eldeki bilgi ve belgeler pek çoğunun tutuklanmasını zaruri hale getiriyor.
Stajyer avukat kardeşimize dönecek olursam; 'Siz hiç tutuklandınız mı?' sorusunun cevabı onlarca yazar, siyasetçi hatta vatandaş için gayet basit: 'Evet tutuklandık; hem de ne tutuklanma! Sizin bundan haberiniz var mı avukat hanım!' İşte bu muhtemel ama mukadder cevaptan hareket etmek gerekiyor. Darbe nedir, darbe olunca neler yaşanır; bu sorunun cevabını büyük bir kitle bugün bilmiyor. Zira 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden tam 30 yıl geçti. Yani, o günlerde 15 yaşında olan çocukları da sayarsanız bu ülkede darbenin ne feci bir hadise olduğunu 45 yaşının altındaki insanlar bilmiyor. Bir başka deyişle darbenin nasıl iğrenç bir eylem olduğunu bugün 50 yaş civarı tecrübeleriyle biliyor. 28 Şubat tam bir darbe değildi. Onun için postmodern darbe dediler. Aslında fos bir modern darbeydi. Darbe bile değildi; bir korkutmaydı, psikolojik harp teknikleriyle gözdağı vermeydi.

TÜRKİYE NÜFUSUNUN YÜZDE 75'İ DARBE NEDİR BİLMİYOR
 
12 Eylül askerî darbesini hiç bilmeyenler, 71 milyonluk Türkiye nüfusunda 54 milyon insan anlamına geliyor. 12 Eylül darbesi yapıldığında yaşı 15'in üzerinde olanların içindeki bir kısım insanların ise hafızası bir hayli zayıflamış gözüküyor maalesef. Bu nedenle bir kere daha o keskin soruyu sormak, bu konuda laubali yaklaşımlar sergileyenlere yeniden sual etmek isterim: Darbe olduğunda nasıl bir insanlık suçunun işlendiğini hatırlıyor musunuz?
Darbe olduğunda ilk önce hukuk askıya alınır. Vatandaşın vergisiyle alınmış üniformalar bir anda kendine duyulan saygıyı unutuverir. İnsanlar askerî cemselere bindirilir, bilinmeyen yerlere götürülür, insanlar daha evlerinden alınırken dipçiklerle dövülür, götürülecekleri yere giderken bir kısmı gözden kaybolur, diğer kısmı daha varacakları yere varmadan kanlar içinde kalır... Birisi gözaltına alındı mı, onun arkasını aramak, sormak suç sayılır. Evladının hangi karakolda sorgulandığını bilemeyen anneler ağlar gece boyunca, babaların yüreği dağlanır her telefon sesinde. 20 yaşında gencecik erlerin, tanımadığı gençlere sopa atmak zorunda kalması; hatta babaları yaşındaki insanları dövmek mecburiyetinde bırakılması nasıl derin bir travmadır, düşünebiliyor musunuz? Daha kötüsü de var: 12 Eylül darbesinde gözaltı süresi 90 güne çıkarılmıştı. Şimdi bu süre 2 gün; farkı siz hesaplayın gayrı. 2 gün yetmezse savcılar 2 gün daha talep ediyor. Yani, şimdi sorgulananlar en fazla 4 gün karakolda tutulabiliyor; üstelik avukatlarını yanlarında görmek isteyebiliyor, susma haklarını kullanabiliyorlar. Darbe döneminde yakınınızı, atılı suçu kabullenmeniz için getirirlerdi. Hiçbir şeyden haberi olmayan o insanları da döver, onlara da söver; hatta onlara da işkence yaparlardı. 90 gün içinde çözülüp sorgulayıcıların her dediğine evet demezseniz, ikinci bir hukukî süreç (!) devreye girer, sizi bir hapishaneye götürürler, akşam tekrar karakola alarak yeni bir 90 gün daha başlatırlardı.

KİMSEYE ANLATILAMAYACAK HATIRALAR...
 
Onlarca demiyorum, yüzlerce, binlerce işkence olayı var ki; insanlar annelerine babalarına, eşlerine anlatamazlar, yaşadıklarıyla öbür âleme gitmeyi tercih ederlerdi. Sadece şu misal bile yeter de artar. Daha sonra bir siyasî partinin başına geçen bir yiğit adam evlendiğinde uzun zaman çorabını çıkarmaz; hanımı kuşkulanınca sırrını açıklamak zorunda kalır. 12 Eylül'de çekilen tırnaklarını eşi görsün istememektedir. İŞTE DARBENİN HUKUKU BUDUR!
Yüzlerce örnek sayabiliriz. Sağcısıyla solcusuyla, dindarıyla dinsiziyle herkesin yaşadığı darbe hatıralarını derlemeye kalksanız onlarca ciltten oluşan kitaplar çıkar ortaya. Mesela Kafes Eylem Planı denen o korkunç planın içeriğindeki ürkütücülük bir yana 12 Eylül'ü yaşayanlar için başka çağrışımları da vardır. Kafes, Mamak Askerî Cezaevi'nde herkesin ilk gece yattığı hücrenin adıdır. Herkes ilk geldiğinde oraya alınır. Dört tarafınız demir parmaklık. Etrafta her dakika insanlar talim yapıyor ve boş koridorları inletiyor. Yanınızdan geçen ve hançeresi yırtılırcasına bağıran mahkûmlar 'Her şey vatan için' derken 20 yaşında bir genç sizin ellerinize sürekli cop vuruyor. Niçin biliyor musunuz? Güya yüzüne bakmışsınız. Yüze bakmak, Mamak'ta en büyük suçmuş meğer. Bir de döve döve söyletilen İstiklâl Marşları var. Bir rütbeli başınıza dikiliyor ve 'Atatürk ilkeleri ezberleneceeeek!' diye haykırıyor. Ülkücüler 'Atatürk ve milliyetçilik' faslını okurken, solcular da 'Atatürk ve devrimcilik' bölümünü bilmem kaç yüzüncü kere sesli bir şekilde okuyor. Böylece 'herkes Atatürkçü yolda bilinç sahibi' ediliyor. Darbecilerin Atatürkçülüğü böyle bir şeydi; döve döve öğretilen bir şey...

ORTADA HİÇBİR ŞEY YOKMUŞ GİBİ NASIL DAVRANILIR?
 
Daha anlatayım mı? İzmirli bir er, adı Sabri, Üsteğmen H.K.'nin yaptığı işkence yetmiyormuş gibi sorguya götürülecek akranlarına nizamiye hücresinden sorgu odasına götürene kadar küfrediyor. H.K., vatan için işkence yaptırıyor. Vücutlarına elektrik verilmiş gencecik insanları on küsur gün sonra ancak görebilen Güven Yüzbaşının gözleri doluyor. Ama işten geçmiş, delil olmadan, belge olmadan, bilgi olmadan gençler kodeslerde çürümeye mahkûm edilmiş çoktan. Sonra H.K. bir gün PKK'lı çıkıyor ve üniforması elinden alınıyor. Ya o gençler? Çoğu eğitimini tamamlayamıyor, işkence izlerini hayatlarının sonuna kadar saklıyor. Peki ya o işkenceci subaylar? Çocukları yaşındaki gençlere işkence yaptıktan sonra evlerine gidip nasıl yemek yiyebiliyor, yavrularına nasıl hasretle sarılabiliyor, çocuklarının gözlerinin içine nasıl bakabiliyordu? Herhalde onlar da bu vahşetten üzüntü duyuyorlardı; ancak yapacak bir şey yoktu. Darbe, denetimsiz yetki sahibi kişileri çılgına çevirmişti. Kanun yoktu, nizam yoktu, şikâyet edecek yetkili bir merci yoktu. Olamazdı da: Çünkü her darbe bir tür eşkıyalıktır, kanunsuzluktur, hukuksuzluktur ve dünyanın her yerinde aynıdır...
Darbe deyip geçmeyelim lütfen. Kim, ne hakla cunta kurma yetkisini kendinde görebilir ki! Eğer bu çağda birileri hâlâ darbe yapmayı düşünecek kadar çıldırmışsa tabii ki yargı, bunun hesabını sormak zorunda. Hiç kimseyi baştan suçlu ilan etmek doğru değil tabii ki! Ama ortada net belgeler var, bilgiler var. Darbe planlarına karışan isimler var, silahlar var, bombalar var, krokiler var, suikastlar var, kaos planları var... Bütün bunlar ortadayken hiçbir şey yokmuş gibi davranmak büyük bir hata. Tabii ki hukuk işleyecek. Ortada hiçbir şey yokken birileri darbe planı yapmakla suçlanmıyor ki! Mesela Dursun Çiçek. Adam için 8 kez kriminal laboratuvar raporu verilmiş ve bütün bilimsel incelemeler belgeye 'Çiçek'in elinin ürünüdür' diyor. Buna rağmen ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranmak akılla, mantıkla izah edilebilir mi?

EMİNİM, TSK'NIN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU BÖYLE DÜŞÜNÜYOR
 
Artık acı gerçeği kabullenmek gerekiyor. Maalesef kahramanlıklarla yâd ettiğimiz ordumuz, siyasî işleri düşüne düşüne aslî işinden uzaklaşmıştır. Çukurca'da şehit düşen askerlerimiz ile ilgili savcılığın düzenlediği rapor ortaya acı bir gerçeği çıkardı. Meğer mayını bizim askerlerimiz döşemiş. Oysa 7 erimizin şehit edildiği duyurulmuştu. İnternete düşen bir ses kaydında iki komutan bu olayın üzerini nasıl örtbas edeceklerini tartışıyordu. Sonunda savcılık, yaptığı incelemeyi açıkladı. Korkunç bir hata. Benzer hataları Dağlıca baskınında da görmüştük. Bir teğmenin bombanın pimini çekerek şehit ettiği dört yavrumuz için de yanlış bilgi verilmiş, gazeteler işin aslını yazınca acı gerçek ortaya çıkmıştı...
Bu milletin vergileriyle yetiştirilmiş, eğitilmiş subayları zanlı olarak mahkeme kapısında görmek herkesi üzüyor. Üzmelidir de. Dursun Çiçek'in ya da Çetin Doğan'ın kızını daha çok üzüyordur şüphesiz. Ancak bilmek lazım ki; ortaya çıkan belgeler bu milleti de derinden yaralıyor. Çünkü bu millet asker kişileri darbe yapsınlar, cunta kursunlar, siyasete ve topluma müdahale etsinler diye bağrına basmadı. Eminim TSK'nın büyük çoğunluğu da böyle düşünüyor. Darbenin nasıl bir insanlık suçu olduğunu onlar da biliyor çünkü. Ne var ki içerideki maceraperestler, dünyanın ve Türkiye'nin geldiği noktanın farkında değil. Artık darbe dönemini kapatmak zorundayız; çünkü artık kamu vicdanı ve demokratikleşme süreci darbe yapanın peşini bırakmıyor. Aradan onlarca sene geçmesine rağmen, bakar mısınız, 12 Eylül darbesinin dokunulmazlığı kaldırılıyor...

Şamil Tayyar ''Paşama 10 Soru''

Çukurca dosyası, Balyoz soruşturması ve Anayasa değişikliği paketiyle ilgili tartışmalar karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görüşlerini açıklamak üzere medyanın karşısına Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Aslan Güner çıktı.



Özellikle, Çukurca’da 27 Mayıs 2009 günü mayın patlaması sonucu hayatını kaybeden 7 şehidimizle ilgili haberlere dair yaptığı şu yorum dikkatimi çekti. “Birilerini suçlu ya da suçsuz gibi göstermek ne kadar doğru... Çünkü daha varılan bir sonuç yok. Devam eden bir soruşturma süreci var.”

Paşama cevap vermeden önce sanıyorum hafızalarımızı tazelemekte yarar var.

Çukurca vahşetinden bir gün sonra, 28 Mayıs günü Genelkurmay’ın internet sitesinde, Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçakların Kuzey Irak’taki PKK hedeflerini vurduğu duyuruldu. Resmi gerekçe, eylemi gerçekleştiren teröristleri Kuzey Irak’ta kovalamaktı.

Ertesi gün...

Çeşitli gazetelerde askeri kaynaklara dayanılarak yapılan haberlerde, Cudi Dağı’na top atışı yapıldığı, 23. Jandarma Komutanlığı’ndan kalkan Skorsky helikopterler teröristlerin bulunduğu noktaları vurduğu, Abuzer Doğan adlı uzman çavuşun operasyon sırasında şehit düştüğü bildirildi.

Ardından, haftalık bilgilendirme toplantısının yapıldığı 5 Haziran günü Tuğgeneral Metin Gürak’ın şu açıklaması düştü ekranlara: “23 Mayıs 2009 tarihinde saat 23.40’da, Hakkari ili Çukurca bölgesinde arazide yaya olarak operasyon icra eden birliğimizden 6 personelimiz bölücü terör örgütü mensuplarınca tuzaklanan patlayıcının infilak etmesi sonucu şehit olmuş, 8 personelimiz yaralanmıştır. Olay yerinde yapılan incelemede patlayıcının basma düzenekli olarak hazırlandığı, tuzaklamayı yapan teröristlerin Irak’ın kuzeyinden sızdıkları tespit edilmiştir.”

Sonra...

Bir yurt dışı gezisine çıkarken demokratik açılımla ilgili “iyi şeyler olacak” diyerek ilk sinyali veren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ağzını bıçak açmadı...

Başbakan Tayyip Erdoğan, “PKK’ya terörist demeden elini sıkmam” dediği DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’e verdiği randevuyu iptal etti...

14 Nisan’da Harp Akademileri’nde Kürt açılımı yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un söylemi değişmeye başladı...

25 Haziran’da internete düşen bir ses kaydı, bir anda tüm ezberleri bozdu. Hakkari Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Çukurca Tugay Komutanı Tuğgeneral Zeki Es arasındaki

telefon görüşmesinde, Çukurca’daki mayın askerler tarafından döşendiği belirtiliyordu.
Hele Yarbay Taner’in “Yukarıya mayını terör örgütü döşedi şeklinde bildirdik” sözü, yürekleri burktu.

PKK, 26 Haziran’da açıklama yaptı, “Mayını biz döşemedik” dedi.

Şehit Deniz Değirmenci’nin ailesi ise bu ses kaydı üzerine 26 Ağustos’ta Hakkari Savcılığı’na suç duyurusunda bulunarak fitili ateşledi.

Tartışma yeniden alevlenince 29 Ağustos günü Murat Yetkin’in köşesinde, Genelkurmay’ın Çukurca ile ilgili soruşturma açtığı bilgisine rastladık.

Aradan geçti 10 ay...

Van Cumhuriyet Savcılığı, bu mayınların askere ait olduğunu belirterek, iki general ve diğer sorumluların taksirle birden çok kişinin ölümüne yol açtığı için yargılanmasını istedi.

Dönelim başa, soralım paşamıza:

• Çukurca’daki patlamanın PKK eylemi olduğu kanaatine hangi inceleme sonucuna bağlı olarak vardınız?

• İnternete düşen ses kayıtlarından sonra nasıl bir soruşturma yürüttünüz ve hangi sonuçlara ulaştınız?

• O komutanları ısrarla görevde tutmanızın ne gibi makul gerekçesi vardır?

• Bu olayın açığa çıkmasını sağlayanlar mı vatan haini, TSK’nin itibarını yerle bir eden ve 7 Mehmetçiğin şehit olmasına yol açan sorumlular mı?

• İnternete düşen ses kaydı ortam dinlemesi değil GES’in kullandığı özel haberleşme kaydı olduğu halde, sorumluları bulup ortaya çıkarma konusunda gerekli iradenin gösterildiğini düşünüyor musunuz?

• Çukurca’daki patlamanın PKK eylemi olduğu sonucuna 2 saatte varılırken, 10 ayda yürütülen soruşturmadan neden sonuç çıkmadı?

• 7 şehidimizle ilgili dosya, Albay Dursun Çiçek’in ıslak imzası kadar neden ilgi görmedi?

• Açılımı baltalayan bu vahim olayın perde gerisinde başka gizli hesapların olduğu ihtimaline bakıyor musunuz?

• Van Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma sonucunu dikkate alarak sorumlu askeri personelin tedbir olarak açığa alınmasını değerlendiriyor musunuz?

• İstanbul’daki çürük rapor soruşturmasında “şüpheli” olarak yer alan, aynı zamanda açığa alınma işlemlerinin yürütüldüğü Milli Savunma Bakanlığı Askeri Adalet İşleri Başkanlığı görevinde bulunan Albay Neşet Uncu ile ilgili tasarrufunuz olacak mı?

Evet, Sayın Paşam, bekliyorum cevabınızı...

8 Nisan 2010 Perşembe

Portsmouth takımını Abdülhamit kurdurdu‎

Formadaki Ay-Yıldız'ın müthiş sırrı

http://footyfinance.files.wordpress.com/2009/12/portsmouth-crest-new.jpg
İngiltere'nin Osmanlı'daki faaliyetlerine karşı 2. Abdülhamit öyle bir plan kurdu ki bunu kimse farkedemedi!

Portsmouth Kulübü’nün, Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamit tarafından kurulduğu ve bundan dolayı ambleminde "ay-yıldız" bulunduğu iddia edildi.
Araştırmacı-Yazar Oktan Keleş, yaptığı açıklamada, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde İngiltere’nin Osmanlı topraklarında kültürel ve sportif faaliyetleri bahane ederek istihbarat çalışması yaptığını, dönemin padişahı 2. Abdülhamit’in de buna karşılık aynı yöntemle istihbarat çalışmaları için İngiltere’de Portsmouth Kulübü’nü kurdurduğunu ileri sürdü.
İSTİHBARAT İDDİASI
Portsmouth Kulübü’nün bu yönünün bugüne kadar deşifre olmadığını belirten Keleş, "Portsmouth Kulübü’nden Osmanlı Devleti yeteri kadar faydalanmıştır. İngiltere bu ilişkiyi asla çözememiştir. Biz açıklayana kadar da fark etmemiştir. Burada istihbarat sadece adı anılan kulüp ile sınırlı değil, özellikle transferlerde de istihbarat çalışmaları devam etmiştir. Bir futbolcu gittiği takımda da istihbarat çalışmalarını sürdürmüştür. O yüzden Portsmouth, işin görünen yüzüdür" diye konuştu.

Keleş, böyle bir girişim için neden Londra’nın değil de Portsmouth kentinin tercih edildiğiyle ilgili olarak da, "Londra göz önünde bir şehirdi. Merkez olduğu için Londra seçilmedi. Gözlerden uzak bir yer seçildi. Portsmouth’un seçilmesinin diğer bir nedeni de, bu şehirde İrlandalılar’ın aktif olmasıdır. İrlandalılar’ın bu şehirde önemli yer tutması da bu konuda etkili olmuştur" ifadelerini kullandı.

Osmanlı Devleti’nin aynı dönemde eğitim amacıyla Portsmouth kentine gönderdiği donanma gemisinin de bu olayla bağlantısının olduğunu ileri süren Keleş, dönemin en etkili ulaşım araçlarının gemiler olduğunun altını çizdi.

"AY-YILDIZLA İLGİLİ 1. RICHARD OLAYI TAMAMEN UYDURMA"
Oktan Keleş, Portsmouth’un resmi sitesinde yer alan kulübün amblemindeki ay-yıldızın 1189-1199 yılları arasında İngiltere’yi yöneten Kral 1. Richard’a ait olduğuyla ilgili iddiaların ise "tamamen uydurma" olduğunu savundu.

Keleş, 3. Haçlı Seferi sırasında, 1191’de Bizans İmparatorluğu yönetimindeki Kıbrıs adasını alan İngiltere Kralı 1. Richard’ın burada gördüğü 1 ay ve 8 yıldızdan oluşan amblemi beğenerek Portsmouth kentinin de amblemini ay-yıldızlı hale getirdiği yönündeki bilgilerle ilgili olarak şunları kaydetti: "Kral 1. Richard’ın olayı tamamıyla uydurmadır. Sultan Abdülhamit Han’ın türbesine gidin, türbesinin duvarlarında taş kabartmalardan yapılmış o şeklin aynısını göreceksiniz. Kaldı ki, Sultan’ın örnek olarak verdiği materyallerin resimlerini de biz daha önce yayınladık. Kral 1. Richard olayı yalan olduğu gibi Kraliçe Victoria’nın Osmanlı Devlet Arması’nı yaptırdığı da yalandır. Bu yalan serinin devamı Robin Hood’tur. Böyle bir kişi yaşamamıştır. Tamamen hayal ürünüdür. Böyle bir kahraman yoktur."

Osmanlı Devleti’nin en güçsüz dönemlerinde bile rakiplerinin en gizli yapılarına sızmayı başardığını ifade eden Keleş, bunun Türk milletinin teşkilatçı bir yapıya sahip olmasından kaynaklandığını ve en güzel örneklerinden birinin Portsmouth Kulübü olduğunu kaydetti.

ADADAKİ DİĞER AY-YILDIZLI TAKIM: DROGHEDA UNITED
İrlanda Premier Ligi’nde mücadele eden Drogheda United takımının ambleminde de ay-yıldız yer alıyor.

Bir süre önce Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştiren İrlanda Cumhurbaşkanı Mary McAleese, 1847 yılında 1 milyon İrlandalı’nın hayatını kaybettiği Büyük Açlık döneminde Osmanlı Devleti’nin içi gıda dolu üç gemisini Drogheda limanına gönderdiğini hatırlatarak, "İrlanda halkı bu eşine az rastlanır bonkörlük girişimini asla unutmadı ve bunun sonucunda sizin bayrağınızdaki semboller, bu güzel yıldız ve hilali bölgenin sembolü haline getirdiler. Hatta futbol takımının formalarının üzerinde de bu güzel Türk sembollerini görüyoruz" demişti.

Baykal zor durumda...


 








Yasemin Çongar Yazıyor..

Anayasa maratonu bugün başlıyor. Referandum ihtimali de hesaba katıldığında, temmuza kadar, en az üç ay sürecek bir maraton bu... AKP’nin son eklemelerle 30 maddeyi bulan değişiklik teklifi, bugünden itibaren üç gün Meclis Anayasa Komisyonu’nda, 13-30 nisan arasında da Genel Kurul’da ele alınacak. Sonrasında top Cumhurbaşkanı’nda... Genel Kurul’daki oylamalarda 367 rakamına ulaşılırsa, Cumhurbaşkanı Gül’ün anayasa değişikliklerini halkoyuna götürme zorunluluğu yok ama dilerse, bunu yine de yapabilir. 330-367 oy aralığında, referanduma gitmek zorunlu. 330’dan az oy alan herhangi bir değişiklik maddesi ise reddedilmiş olacak ve paket dışı kalacak.
AKP’nin anayasa değişiklik paketine başından beri muhalefet eden, paket Meclis’e sunulmadan önce katkıda bulunmayı reddeden CHP, son anda siyasi bir manevrayla, ortaya yeni bir öneri attı. Deniz Baykal, AKP’ye değil ama doğrudan Çankaya’ya çağrı yaparak, Cumhurbaşkanı Gül’ün, üç kritik maddeyi referanduma götürme taahhüdünde bulunması halinde, paket üzerinde uzlaşmaya hazır olduklarını söyledi.
Şunu peşinen belirtmekte yarar var. Baykal’ın, Çankaya’dan “referandum garantisi” istediği üç madde, paketin en can alıcı, en hayati maddeleri... AKP açısından bu böyle; bence, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından da böyle... Bu üç değişiklik önerisi de, 1960 ve 1980 darbelerinden miras hukuk sistemiyle toplumsal iradeden tamamen kopartılmış olan yüksek yargıda tam kapsamlı bir reform için yetersiz ama o reformu başlatabilmek için kesinlikle gerekli adımlar. Dolayısıyla da, yargının askerî vesayetin temel dayanağı olma rolünü sürdürmesinden yana görünen CHP’nin, her ne pahasına olursa olsun engellenmeye çalıştığı adımlar... 
Baykal’ın son manevrası da, esasen, partisinin bu adımlara karşı durmasını kolaylaştırma arayışına dayanıyor. Nitekim pazartesi günü AKP’li elli milletvekilinin değişiklik paketinden imza çekmesi, ardından yeni teklifin 265 imzayla Meclis’e sunulması, “şeklen itiraz” kozunu CHP’nin elinden aldı. Önceki güne kadar, köşesinde sessizce “Teklifi böyle getirip geçirirlerse, usulden bozulması için hemen Anayasa Mahkemesi’ne gideriz” diye plan yapan Baykal, AKP’nin bu plana zamanında uyanması sonucu, bir an için kontrpiyede kaldı. Ama yeni taktiğini açıklamakta gecikmedi; daha teklif Anayasa Komisyonu’nda görüşülmeye başlamadan, oylama konusunda Cumhurbaşkanı Gül’ü de içine alan bir pazarlığa girişti.
Nedeni belli... CHP referandumdan korkuyor. Halkın nabzını sadece AKP değil, CHP de tutuyor ve gayet iyi biliyor ki, seçmenleri hatta milletvekilleri arasında bile anayasa değişiklik paketine olumlu bakanlar var. Paketin bütünü önüne geldiğinde “evet” oyu vermeyi düşünecek CHP’lilerin oranı azımsanacak gibi değil. Velhasıl, CHP yönetiminin 30 maddelik pakete direnmesi, açıkça “hayır” kampanyası yapması, sadece toplumun geneli nezdinde değil, parti tabanında da tepki çekmeye ve sandıkta yenilmeye alışık olan Baykal’ı bile mahcup edecek bir sonuç vermeye aday.
Bu gerçeği gören Baykal, kendisi açısından akıllıca bir teklifle, “Pakete destek verelim ama bu üç madde için de Gül’den referandum garantisi alalım” diyerek, hem toplumun gözünde “darbenin anayasasına dokundurtmam” diyen bir “statükocu” durumuna düşmemeye çalışıyor, hem de o mevcut statükonun değişmesi için elzem olan üç maddeyle arasına mesafe koyarak, bu düzenin devamında kendisinden destek bekleyen askerî vesayet ve yargı oligarşisine, “Bakın elimizden geleni yapıyoruz” mesajı gönderiyor. Zira Baykal zor durumda... Siyaset sahnesinden büsbütün silinmemek için teveccühüne muhtaç olduğu toplumla, sırtını dayadığı rejimin bekçileri arasında fena halde sıkıştı.
Dün AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’e, Baykal’ın Gül’e yaptığı öneriyi sordum; hiç duraksamadan, “CHP lideri statükoyu elletmek istemiyor, Şark kurnazlığı yapıyor” dedi. Çelik’e göre, CHP ve MHP yönetimleri, anayasa değişiklik paketine karşı çıkmaları konusunda tabanlarından büyük tepki görüyorlar... “12 Eylül’de Mamak’ta işkence gören ülkücüler bu pakete ret oyu mu verecek” diyor Çelik; CHP’liler arasında da “Baykal’ın statükoculuğunu paylaşmayan önemli bir kesim” olduğunu savunuyor.
Esasen, ANAR’ın son araştırması dahil birçok anket de, anayasa değişiklik paketinin CHP ve MHP’den önemli oranlarda oy alarak, yüzde 60’lık bir desteği yakalayabileceğini gösteriyor.

Çelik’e iki soru daha sordum: Sizce Cumhurbaşkanı, Baykal’ın teklifine yanaşır mı? Ve siz, paketi bölerek referanduma götürmeyi düşünür müsünüz? Cevaplarını “hayır” ve “hayır” diye özetleyebilirim.

Çelik ve anladığım kadarıyla Başbakan Erdoğan başta olmak üzere bütün AKP kurmayları, Cumhurbaşkanı Gül’ün henüz Meclis’te görüşülmemiş, 330 oyu bulacak mı bulmayacak mı bilinmeyen bir paket üzerinden böyle bir pazarlığa, Baykal’ın önerdiği türden bir taahhüde asla yanaşmayacağı kanısındalar. Gül ile Erdoğan’ın bugünkü görüşmelerinde, bu inancı karşılıklı olarak teyit etmeleri bekleniyor.
AKP, önceki gün Yeni Şafak’ta Ali Bayramoğlu’nun önerdiği türden bir formülle, “yargı reformu, 15. madde, temel hak ve özgürlükler” şeklinde üç alt paketi ayrı ayrı referanduma sunmaya da şu an için yanaşmıyor. Hüseyin Çelik, bu formülü, “Paketin 30 maddesi de özgürlükçü bir bütünlük taşıyor” diyerek reddetti. Ancak benim izlenimim, son tahlilde, AKP’nin böyle bir bölünmeden çok da çekinmediği, zira yargı reformunu ilgilendiren üç kritik maddenin referandumda kabul edileceğine güvendiği yönünde.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Adnan Menderes'in Celladı Kimdir ?

İnsanları (daha doğrusu milletleri, halkları) anlattığım yazıma küfür - kıyamet gırla...
Olacak o kadar...
Herkesin benim gibi düşünmesini beklemeye hakkım yok elbette...
Ama...
Deneyimlerimi, bildiklerimi anlatmaya hakkım var...
O halde devam...
Daha önce anlattığım bir tarihi olayı bir kez daha yinelemek istiyorum izninizle…
Atatürk bir gün yaveri Salih Bozok ile Afyon’a gidiyordu üstü açık cipinin içinde.
Polatlı’daki Harp Okulunun önünden geçerlerken binden fazla teğmen adayı genç Harp Okulu öğrencisi yola dizilmiş, Cumhurbaşkanımız için canlarını verebileceklerini haykırıyorlardı…
Atatürk eli ile öğrencileri gösterdi Salih Bozok’a:
“Bu gençlere iyi bak çocuk… Biz Afyon’dayken aleyhimizde bir gelişme olursa, aynı gençler beni linç ederler”…


Şimdi de GAZETECİLER.COM’da ilk kez anlatacağım bir başka tarihi olay…
Tarih 17 Şubat 1959...
Adnan Menderes'in de içinde bulunduğu THY uçağı, Londra'da inişe geçtiği sırada düştü...

Uçaktaki 21 kişiden 14’ü hayatını kaybetti...
Kurtulan 7 kişiden biri de Rahmetli Menderes'ti..
Türkiye'ye dönüşünde Sirkeci Garında büyük bir devlet töreni ile karşılandı. Karşılayanlar arasında CHP Genel başkanı İsmet İnönü bile vardı ama...
En ilginci bundan sonra...
Adnan Bey perona ayak bastığında insanlar yüksek boyutlu bir dalga gibi gidip geldiler...
O sırada kalabalığı eline bıçakla yaran bir adam ensesinden tuttuğu beş-altı yaşındaki bir erkek çocuğunu Başbakan'ın ayaklarının dibine attı...
Herkesin kanı donmuştu…
Adam, Menderes'in şaşkın bakan gözlerinin içine diktiği gözlerini devirerek: "Seni bize Allah bağışladı. İzin ver oğlumu senin için Allah'a kurban edeyim" diyordu...
Adnan Bey’in etkileyici bakışları her ne kadar uysal gibi görünüyorsa da, o bakışların muhatabı olan bir kişinin eziklik hissetmemesi mümkün değildi…
Gözlerini gözlerinden kaçıramayan bir kişi sanki bütün sırlarının onun tarafından öğrenildiğini hissederdi...
Ruhunun okunduğuna hükmeder, elinde olmadan rol kesmeye başlayarak kendisini aşırı iyi niyetli biri olarak göstermeye çabalardı...
Çocuğunu kesmeye çalışan adam da aynı şeyleri yaşıyordu o anda…
Onun bu şaşkınlığını fırsat bilen emniyet görevlileri yetiştiler ve çocuğu adamın elinden kurtardılar.
O olaydan tam 18 ay sonra...
Takvimler 17 Eylül 1961'i gösteriyordu...
Başbakan Adnan Menderes idam sehpasının merdivenlerini çıktı, titrek adımlarla…
Ölümle yaşamı birbirine bağlayan sandalyenin konduğu masanın ayakları, olması gerekenden daha yüksekti...
Cellât geldi…
Başbakan’ın ayaklarının altındaki sandalyeyi çekti…
Başbakan’ın cankuşu kafesini terk ettiği için çırpınan ayakları masaya değiyordu...
Bir başka deyişle yaşamı, ayakuçlarındaydı…
Oysa ayakları tam boşluğa düşseydi, ölümü de o kadar kolay olacaktı…
Ölüme giden son yolculukta bile işkence çektirmişlerdi ülkelerini 10 yıl yöneten Başbakanlarına...
Ayakuçlarında hayata tutunmaya çalışması tam sekiz dakika sürdü...
Şimdi gong!...
Adnan Bey'in ayaklarının altındaki iskemleyi çeken adam kimdi biliyor musunuz?..
Bilmeyenler için söyleyeyim:
Sirkeci Garında çocuğunu Menderes için kurban etmek isteyen adamdı: Üsküdarlı gece bekçisi Kara Kemal (Ayson)...
İnsanoğlu ne yazık ki budur...
Şimdi...
Bir başka Başbakan ve hükümeti; yıllardır durmadan akan kanı dindirmeye çalışıyorlar...
Son 25 yılda yitirdiğimiz 40 bin can, 300 milyar doların bu ülkeye nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz...
Gidenler geri gelmez ama bundan sonra gidecek olanların canlarını kurtarabiliriz...
300 milyar dolar silaha ve terörle mücadeleye gitmeseydi ne iç borcumuz olacaktı ne dış borcumuz...
Üstüne üstlük en az 6 milyon yurttaşımız daha, her sabah keyifle evlerinden çıkıp, işlerine gidiyor olacaklardı...
Oysa bugün, eve ekmek götürecek parayı bile zor buluyorlar...
Hâsılı...
Tayyip Erdoğan’ın çabalarında “samimi” olduğuna inanıyorum…
Çabalarının gerekli olduğuna inanıyorum...
Ama bir şeye daha inanıyorum: İnsanoğlunun “nankör” olduğuna…
Hele dün yazdığım yazıya gelen küfür ve hakaretlerden sonra, bu inancım daha da pekişti...
İnsanoğluna hizmet etmeye değmez...



Adnan Berk Okan
 

4 Nisan 2010 Pazar

Yargı Haddini Aştı !


Son zamanlardaki açılım, ergenekon, darbe planları ve anayasa değişikliği olayları milletimizin kafasını iyice karıştırdı..Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak çok güçleşti..Herkes olayları kendi penceresinden bakarak yorumlar hale geldi..Türkiye demokratikleşme adına çok zorlu ve sancılı bir dönemden geçiyor, bu sancılı dönemleri en az zararla atlatıp güzel günlerin gelmesi hepimizin temennisi..Fakat bu süreçte çok büyük önem taşıyan 'Bağımsız Yargımız' nedense üstüne düşen görevi çok açık bir şekilde suistimal etmektedir..

Balyoz darbe planında da açıkca gördük; Mahkeme'nin ve Genelkurmay başkanı Başbuğ'un 'çok ciddi' dediği bu darbe planında tutuklanan paşalar bir gece ansızın tahliye kararıyla serbest bırakıldılar, neymiş efendim yeterli delil yokmuş..Üstelik bunu diyende geçen yaz HSYK'nın atadığı bir yargıç.. Bu darbe planında tutuklanan paşaların hepsinin bu yargıç tarafından serbest bırakılması da bir hayli ilginç..

Gelelim anayasa değişikliğine; anayasa mahkemesi bu değişiklik fikrinden oldukça rahatsız..Nedeni ise yargıda reform ve askerlere sivil yargı yolunun açılması.. Akp kendi anayasasını hazırlıyormuş..Uzlaşma sağlanmıyorsa başka çaremi var..Muhalefet kapılarını kapamış...Mhp yargıdan zamanında çok darbe yemiş bir parti olmasına rağmen nedense anayasa değişikliği konusunda anlamsız bir direnişi var..Chp zaten malum neden istemediği; çünkü Anayasa Mahkemesi onların en sağlam kalesi..Akp bir yasa geçirsede Chp'nin babası olan Yargı 'hoop dur orda' diyecektir..Millet iradesine böylece çok kolay kota koyma imkanına sahipler..

Dışarı çıkıp 10 kişiye sorun 'sizce anayasa mahkemesinin siyasi görüşü nedir' diye..cevabı çok net değil mi ? peki bu kanıya nasıl varıyoruz ? tabi ki yargının icraatları(!) sayesinde...

Siyasallaşan yargıya 'Hayır' diyoruz. Bu ülkede birşeylerin değişmesini istiyorsak mutlaka yargı reformu şarttır.. çünkü; 'Adalet Mülkün Temelidir'. Türkiye Cumhuriyetinin aydınlık geleceğe kavuşması için, demokratik bir toplum olabilmesi için 'Bağımsız,Tarafsız Yargı'sının olması gerekir..Bu yüzden siyasi görüşümüz ne olursa olsun hedefimiz sivilleşmeden yana olsun..Zamanında darbelerden çok çektik, bunların birdaha başımıza gelmemesi için hazır fırsat varken bizlerde elimizi taşın altına koymalıyız..Daha bir çok eksiği olsada, darbe anayasasından kurtulmak için referandumda karşımıza çıkacak olan anayasa paketine 'evet' demeliyiz.

Yazan: Sivil Genç

Tahliye ve anayasa

Ahmet
 Altan
Ahmet Altan
Tahliye ve anayasa


Tesadüf elbette bunlar.
Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun geçen yaz İstanbul’a atadığı bir yargıcın bütün darbe sanıklarını bir gecede tahliye etmesi bir tesadüftür.
Şamil Tayyar’ın on gün kadar önce aynı yargıçtan söz ederek, “bu yargıç nöbetçi olacak, onun nöbetçi olduğu dönemde tahliyeler artabilir” demesi ve dediğinin çıkması da tesadüftür.
Bir mahkemenin bir albayı “Balyoz darbesinden tutukladığı saatlerde” o “tek” yargıcın 19 Balyoz sanığını tahliye etmesi tesadüftür.
Bir mahkeme “Balyoz darbe suçunu” çok ciddi bulurken, HSYK’nın geçen yaz atadığı yargıcın “suçun vasfı” değişebilir demesi de tesadüftür.
Tahliyelerin hep aynı yargıç tarafından yapılması da tesadüftür.
HSYK’nın, “darbe ve Ergenekon” sanıklarını tutuklayan, haklarında dava açan savcıları görevlerinden almaya uğraşıp, bütün sanıkları tahliye eden bir yargıcı o mahkemeye tayin etmesi de tesadüftür.
Tesadüftür bunlar.
Ama tuhaf ve “daha önceden tahmin edilebilen” tesadüflerdir.
Ve, bu kadar “çok” tesadüf olması bir yargı sistemi için iyi değildir.
“Eğer o yargıcın nöbetçi olduğu gün başvururlarsa darbe sanıkları mutlaka tahliye olurlar” inancının yayılması ve bu inancın doğru çıkması yargıyı yaralar.
İşte, son günlerde tartıştığımız “anayasa değişikliklerinin” bu tesadüflerle çok kuvvetli bir ilişkisi var.
Bu “anayasa” taslağının bir bölümü, bu “tesadüflerin” tam göbeğinde duran HSYK’nın yapısını değiştirmeyi amaçlıyor.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Atatürk 'Kürt' Olsaydı.. ?



Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı...
Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı...
“Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi...
Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.
Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...
Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı...
Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...
Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...
“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.
12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...
Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...
Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?
Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?
Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.
Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:
- Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği?
Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.
Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?

Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.
Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?
Tek bir cümleyle nasıl bir Türkiye istiyorsunuz sorusuna verilen cevaplardan bu hafta en beğenilen cevap:
''Bütün ötekilerin ; bu benim ülkem diyebilmesini isterdim

2 Nisan 2010 Cuma

Bir müslüman milliyetçi olabilir mi ?

Bu açıklamalar ışığında başlıktaki sorunun cevabı da şu hadis olsa gerek: “Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda ölen bizden değildir”  


İslam ve milliyetçilik arasındaki sorunlu ilişki, değişik tarihi ve ideolojik nedenlerle bugüne kadar ne Müslümanlar ne de milliyetçiler tarafından sorgulanmıştır. Hem kuramsal hemde tarihsel gelişim yönüyle İslam ve milliyetçilik çatışırken, hatta birbirini tehdit olarak görüyorken, Müslüman toplumlarda önemli bir kesim hep mahcup milliyetçi oldu. Bu ilişkide temel bir sorun olduğunu hissettiler, anladılar, fakat resmî endoktrinasyonla almış oldukları formasyon sonucu “millî din” örneğin Türkiye’de (Türk İslamı, Türk-İslam sentezi gibi gayri İslami kavramlaştırmalar gibi) düşüncesinden bir türlü kurtulamadılar. Bu süreçte Müslümanlar milliyetçiliği ve milliyetçiler de İslamı kullana kullana birbirine benzeştiler, hatta ve hatta süreç içinde geliştirilen batıl inançlar ve hurafelere dayalı ezberler dini kılıflara sokuldu. Temelde zıt olan dini (evrensel, manevi, kapsayıcı, ahlaki ve insani) ve milli (yerel, evrenseli reddeden, dışlayıcı, çıkarcı ve ırki) değerler retoriği bu çarpık anlayışın ürünüdür. Doğrudur, İslam’da makul ölçüde bir patriyotik duygudan bahsetmek mümkün olsa bile dil, renk, ırk, kan ve soy birliğine dayalı milliyetçilik açıkça reddedilmektedir.

İslam ve milliyetçilik birçok noktada çelişir ve birbirini reddeder. 22 Temmuz 2009 tarihinde Yenişafak’ta “İslamve Milliyetçilik Birlikte Yaşar mı?” başlıklı yazımda şu nedenler sıralanmış: Birincisi Albert Einstein'in bir çocukluk hastalığı olarak tanımladığı milliyetçilik, üstünlük fikrine ve hâkim olma veya hegemonya düşüncesine dayanır. Oysa İslam bütün insanların eşit olduğuna vurgu yapar. Zira bir Hadiste Hz. Peygamber bütün insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu vurgular. Veda Hutbesi’nde de bu düşünceyi güçlendirecek şekilde, Arab’ın Arap olmayana ve beyazların siyahlara bir üstünlüğünün olmadığını ifade eder.
İkincisi, İslam doğası gereği milliyetçiliği men ederken, seküler (laik) bir ideoloji olan milliyetçilik de İslam'ı reddediyor, hatta en büyük düşman olarak görüyor. İslamdiğer dinler gibi evrensel, kapsayıcı ve barışçıl bir dünya düzeni öngörürken, milliyetçilik (modern kabilecilik de denmektedir) dışlayıcı, güce dayalı ve kaotik bir dünya düzeni öngörmektedir. Bu nedenle, milliyetçilik aslında sadece İslam'ı değil, diğer bütün dinleri ve aynı zamanda liberalizm ve sosyalizm gibi eşitliği ve adaleti öngören evrensel ideolojileri de düşman olarak algılar. Radikal ulus devletlerin ideolojisi olan milliyetçilik, tıpkı din gibi - sahte bir din- vatandaşların kendisine kul olmasını ister. Sembolleri,mitleri ve figürleri ile hegemonyasını pekiştirecek fanatik milliyetçi grupları oluşturur ve bu kültürü topluma yaymaya çalışır.
Üçüncüsü,milliyetçiliğin aksine, İslam’da birliğin temeli veya kaynağı kan veya soy değil, inançtır, zira Hucurat Süresi 10. ayette “Müminler ancak kardeştir” denirken, Tevbe süresi 71. ayette de Müminlerin birbirinin dostu ve velisi olduğu vurgulanmaktadır. Bir Hadiste “Müslümanlar bir vücut gibidir, bir organı ağrı çektiğinde, diğerleri de acı çeker” (Müslim).
Dördüncüsü, asırlarca süren putperest Arap toplumunun milliyetçi yapısı, İslam'ın gelmesiyle sarsılmış ve zamanla ortadan kalkmıştır.
Beşincisi,milliyetçiliğin aksine İslam,millet ve kabile gibi toplumsal oluşumları bir farklılık aracı olarak değil, sadece ve sadece tanışma aracı olarak görmektedir. Hucürat Süresi 13. ayette bu durum açıkça vurgulanmıştır. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizimilletlere ve kabilelere ayırdık.”
Bütün bunların yanında bugünkü anlamda milliyetçiliği takbih vemen eden bir dizi hadis de vardır. Cahiliye döneminde mensup olduğu kabilenin kahramanlıkları üzerine şiir yazan Evsli bir gence Hz. Muhammed,milliyetçiliğin ve ecdadıyla övünmenin bir paganizm ve cahiliye geleneği olduğunu ve her Müslüman’ın bundan kaçınması gerektiğini emreder. Başka bir Hadiste milliyetçilik için “onu bırak, o kokuşmuş bir leştir” denmektedir (Buhari ve Müslim).
Selman’ı Farisi (İranlı), Etiyopyalı siyahi Bilal ve Romalı Süheyb’i “yabancı” olarak tarif eden Geys bin Mutabebe’ye Hz. Peygamber çok kızar ve der ki; “Sizin babanız (Adem) ve dininiz birdir. Övündüğün Arapçılığın (milliyetçiliğin) Annen ve Babanla (Adem ve Havva ile) bir ilgisi yoktur” ve ekler “milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya ölen bizden değildir”. Tam bu noktada bir duruma açıklık getirmekte fayda var. Kimisine göre, bu hadislerin işaret ettiği milliyetçilik veya kavmiyetçilik bugünkü milliyetçilikten farklıydı. Oysa yukarıdaki hadiste vurgulanan Arapçılık bugünkü milliyetçiliğin tamda karşılığıdır. Ayrıca, Geys Bin Mutabebe’nin Selman, Bilal ve Süheyb'i “yabancı” algısı (onlar da Müslüman fakat Arap olmadıkları için yabancı denmiş), bugünkü milliyetçilerin “yabancı algısı”ndan farklı değil.
Bu açıklamalar ışığında başlıktaki sorunun cevabı da şu hadis olsa gerek: “Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda ölen bizden değildir”.


Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi
Taraf Gazetesi 
NEZİR AKYEŞİLMEN 

1 Nisan 2010 Perşembe

1980 Darbesinin Sonuçları !



  • 650.000 kişi göz altına alındı.
  • 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
  • 7 bin kişi için idam cezası istendi.
  • 517 kişiye idam cezası verildi.
  • Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).
  • İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
  • 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
  • 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
  • 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
  • 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
  • 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
  • 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
  • 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
  • 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
  • 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
  • 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
  • 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
  • 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
  • Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
  • 31 gazeteci cezaevine girdi.
  • 300 gazeteci saldırıya uğradı.
  • 3 gazeteci silahla öldürüldü.
  • Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
  • 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
  • 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
  • Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
  • 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
  • 14 kişi açlık grevinde öldü.
  • 16 kişi -kaçarken- vuruldu.
  • 95 kişi -çatışmada- öldü.
  • 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi.
  • 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.

Darbeyi savunan arkadaşlara sormak gerekir yukarıdaki sonuçlardan hangisi olumlu gelmiş onlara.. Darbenin acı sonuçları ortada, peki bu yapılanlar yanlarına kar mı kalacak ? hesap sorma zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.. Evren ve kurmayları yüce divana gönderilmeli.. Bu cesareti gösterip onları yargıya sevkedecek bir hükümet çıkarmı bilinmez...

Perihan Mağden Bombaladı !


Perihan Mağden Bombaladı
Ayşe Arman ve Ertuğrul Özkök benim ideolojik düşmanlarım... Mustafa Balbay içerde olmayı hakediyor.. Onlar Türkiye'nin önünde engel...
Özdemir'in CNN Türk ekranlarında dün akşam ki konuğu ünlü yazar Perihan Mağden'di. Mağden gündemi değerlendirdi, isminin anıldığı polemklerle ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Mağden köşe yazarlarını bombaladı, Ayşe Arman'ı, Ertuğrul Özkök'ü çıldırtacak şeyler söyledi.

Bu arada Cüneyt Özdemir için de bir not düşelim. Özdemir dün akşam stüdyoda adeta bir maden buldu. Hem de kazdıkça altın çıkardığı bir maden. Konuğunun bam teline basmaktan çekinmeyen Özdemir alabileceği her şeyi aldı adeta.

AYŞE ARMAN'DAN ALACAĞIM TAZMİNATI SOKAK KÖPEKLERİNE BAĞIŞLAYACAĞIM!

Korkularımız ve anayasa değişiklikleri

Erol Katırcıoğlu
Erol Katırcıoğlu
Korkularımız ve anayasa değişiklikleri

Cumhuriyetin çocukları yine korkuyorlar. Kendilerine öğretilenlerin, yıkılmakta olan bir imparatorluktan bir ulus-devlet yaratmaya çalışan bir kadronun algıladığı dünyanın fikirleri olduğunu unutarak korkuyorlar.

Bu dünya, açıktır ki o günün koşullarında umuttan çok korkuların dünyasıydı. Çok milletli koca bir imparatorluk yıkılmaktayken, dünyanın güçlü devletlerinin parça parça etmek istediği bir toplumun bireylerinin korkmamış olması mümkün mü?

O nedenle de Cumhuriyet, her an bu parçalanma korkusuyla inşa edildi. Bütün gayrımüslümlerin bu toprakların dışına zorla itilmeye çalışılması da, Dersim’in ve diğer bütün Kürt isyanlarının kanla bastırılması da bu korkunun sonuçları değil miydi?